28 Eylül 2007

BİZ NE YAPTIK?

Yorumlarınızdan yola çıkarak, birazda kendi hislerimizi katarak evde kalmayıp dışarı çıkmaya karar verdik. 1 haftamızı tamamladığımız gün, önce benim için doktor kontrolüne sonra da Kanyon açık hava alışveriş merkezine gittik. Açık havada biraz dolaşıp evimize döndük. Kanyonda geçirdiğimiz süre içinde 3 kez emzirme odasını kullandık. Emzirme için her gidişimizde en az yarım saat kaldık. Sonuncusunda da altını değiştirmek için gittik. Yani toplamda Kanyon'da geçirdiğimiz sürenin yarısı emzirme odasında geçti diyebilirim. Can'ımız öyle kolay kolay memeyi bırakmıyor, tam bir meme bağımlısı, burnu değer değmez de gözler yumuluyor ama memeyi bırakmıyor, ağzından çekmeye çalışınca hemen bir hüppp yapıp tekrar çekiyor içeri.
Doğduğunda ben odaya çıktıktan biraz sonra getirdiler Can'ı ve kan testi dışında da almadılar hiç. Gelir gelmez meme aranıyordu, ağzı sağa sola gidiyordu, hemen emzirdim ama süt yoktu sanırım. Can emdikçe geldi sütler. Sarılık olunca da sık sık emzirdim. Şu an sarılık sadece gözlerinde kaldı. Bol bol altını kirletiyor. Bezini her açışımızda bir de ortalığı sulamaya başladı, baştan aşağı üstünü değiştirmek zorunda kalıyorum. Bunun için türlü çareler aradık ama yine de kıyıdan köşeden üstünü ve ortalığı ıslatmayı başarıyor altı açıkken. Bunun için bir çare varsa lütfen paylaşın!
Kucakta olmayı çok seviyor, emzirdikten sonra bile sepetine yatırılınca hemen bızırdanıyor. Ben de hemen alıyorum kucağıma, büyükler alıştırma diyorlar ama güven duygusunun gelişmesi için beni yanında hissetmesini istiyorum. Daha bir hafta öncesine kadar anne karnında idi, kolay değil bir anda boşlukta hissetmek kendini, kucağımda olmaya hakkı var diye düşünüyorum.
Göbek kordonu 1.haftasında düştü, gece altını değiştirirken bir baktım göbek kordonu düşmüş içerde duruyor. Saklıyoruz...
Hiç bir iş yapamıyorum, geçen gün bir kek çırpayım dedim, 3 kez ara vermek zorunda kaldım. Dün iftar için yemeği zor hazırladım, devamını da eşim getirdi. Uyuduğu aralarda biraz evi toparlamaya çalışıyorum. Bazen de onunla birlikte gündüzleri ben de uyuyorum. Süt için dinlenmek gerekiyormuş. Bir de evin her odasında büyük şişelerle su bulunduruyorum. Özellikle emzirirken susuyorum ve bol su içiyorum.
Bugün de parka gittik güzel havadan istifade ederek. Ana kucağı denen koltuğun içinde iken hiç sesi çıkmıyor, arabasının da sarsıntısı sanırım beşik etkisi yapıyor ve hiç uyanmadan geri döndük bugün neredeyse.

Şimdilik bu kadar diyelim, Can ile bu kadar yazabildiğime şükrediyorum. Bu arada bu güzelim kurabiyeler, bugün bizi ziyarete gelen Sevgili Gülriz ablamızdan. Kurabiyeler nefisti, yine dayanamayıp yedik bir tanesini... Hepsi cicili bicili farklı şekil ve renklerde idi. Üzerlerinde Hoşgeldin Can yazan patikleri çok sevdik. Çocuk arabası figürü de çok güzeldi. Güzel hediyeleri için çok teşekkür ediyoruz Gülriz ablamıza...




25 Eylül 2007

Bir Soru

Oğlumuzla gezmeye çıkmak istiyoruz ama doktor dahil herkes, henüz erken bekleyin diyorlar. Doktora göre 2-3 ay dışarıya kalabalık ortamlara çıkmamalıyız. Bana bu süre gereksiz çok uzun geldi. Bana kalsa bugünden dışarı çıkabilmeliyiz. Avrupa'da doğar doğmaz dışarı çıktıklarını görüyorum. Türkiye'de neden 40 gün kuralı var? Eskiden anneler çok kan kaybeder, halsiz düşerlermiş sanırım. Kullanılan demir ilaçları ile artık böyle bir durum yok, halsizlik 2-3 gün oluyor, sonrasında birşey kalmıyor. Çocuğu arabasında güzelce koruduktan sonra(rüzgarlığı ile) ne sakıncası olabilir? Bu konuda sizlere danışmak istedim.
Can ile aramızda süt ilişkisinden dolayı kopmaz bir bağ oluştu, bazen 5 dakika aralıklarla süt emmek istiyor. Bu sebeple cevaplarınız benim için çok önemli, Can'ın dışarıya çıkamaması demek benim de çıkamamam anlamına geliyor. Dışarıya 5 dakika yürüyüş için bile çıkmaya çekiniyorum. Çünkü mızırdanmaya başladığı vakit illa ki emmesi gerekiyor, başka türlü sakinleşmiyor. Biliyorum eğitimlerde her ağladığında emzirmeyin deniliyordu ama şu an yenidoğan sarılığını geçiriyor ve daha çabuk atlatması için sık sık emmesi gerekiyor, sık emiyor olması benim göğüs sağlığım için de iyi. Sipariş ettiğimiz süt pompası henüz gelmedi çünkü. Can sık emdikçe benim için de rahatlatıcı oluyor.

İşte böyle bizim evin halleri...
Bu arada fotoğraf Can'a aittir, gönüllü fotoğrafçısı ise babası...

24 Eylül 2007

GÖNÜL BORCU

Benim bir dolu gönül borcum oldu.
Beni hiç yalnız bırakmadınız, hem telefonlarınızla, hem ziyaretlerinizle ve güzel yorumlarınızla...
Bir de üstüne güzel hediyelerinizle sevindirdiniz...
Gönül borcu bu, nasıl ödenir?
Elbet yeri ve zamanı gelir, ödenir tüm gönül borçları...
Gönül borcu alacaklıları sizlere duyurulur, hepiniz kendinizi biliyorsunuz...
Sizler sanal dostlar değil miydiniz?
Nasıl bu kadar gerçek ve yakın oldunuz?

22 Eylül 2007

İŞTE BİZİM HİKAYEMİZ...

Soru: Neden doğum hikayemi anlatıyorum?
Cevap: Çocuk sahibi olmayı bekleyen ya da düşünen anne adaylarına belki yol gösterir, fikir verir, doğumlar nasıl gelişiyor bilmek isterler diye düşünüyorum. Çünkü ben hamileyken blog sahibi arkadaşların doğum hikayelerini okumamın bana çok faydalı olduğunu düşünüyorum. Benim okuduklarım Sevgili Açalya, Esra, Ayça ve yakında çocuk sahibi olan Asya idi. Bilgilerini, tecrübelerini blogları aracılığıyla paylaştıkları için çok teşekkür ediyorum. Sadece doğum hikayelerini değil, çocuk sahibi olmakla ilgili diğer tecrübelerini de paylaştılar. Şimdi sıra bende, sonunda ben de doğum hikayemi anlatabiliyorum.
Nereden başlasam... En iyisi en başından başlamak, bir gün öncesinden...
Bir gün öncesi, geçirdiğimiz en hareketli günlerden biriydi. Önce babannemiz kendisi için doktora giderken ona eşlik ettik. Sıcak bir gündü. Ardından Bilgi Üniversitesinin Santral İstanbul kampüsüne gidip dinlendik, kitap okuduk, sonra kalkıp pazara gittik. Evet itiraf ediyorum, pazara zevkle gittim. Hatta dönüşte markete de gittim, aldıklarımızla da yürüyerek geldik eve. Pazar bize yakın sayılır ama gene de poşetlerle eve dönmek zordu. Neden yaptım, neden bu kadar gözü karayım bilmiyorum... Sancı hissetmek istiyordum, sancısız geçen hamilelik sonrasında sezeryan olmak istemiyordum. Herşeyimiz hazırdı, tek eksiğimiz sancı idi çünkü. Doktor demişti Can'ın eli kulağında diye ama yeter ki sancımız olsun...
O akşam kasılmalar hissettim ama yine sancı tarzında değildi, karnım sık aralıklarla kasılıyordu ama bu beni rahatsız etmiyordu, sanki bebek içten sıkıştırıyormuş gibi... O akşam güzel bir uyku çektim. Ertesi sabah erken kalkacaktık. Doktor bize 8:30'da NST için doğumhane kısmına gelin demişti. Neden saat 9'da poliklinikde değil de 8:30'da doğumhanede yaptırmamızı istemişti ki NST'yi... Doktorumuz planlarını yapmıştı anlaşılan ama bizi telaşlandırmamak için söylememişti. Biz de rutin bir kontrole gider gibi gitmiştik doktora. Normalde sabahları uyanma zorluğu çekerken, o sabah 7:45 de çok dinç uyandım, kalkıp duş aldım, sanki doğuma gideceğimi hissetmişim gibi. Ardından da yazıyı yazdım blog için. Bir diğer hissettiğim şey ise sabah uyandığımda neredeyse 5 dakikada bire denk düşen hafif sancılardı... Yolda giderken eşime söyledim, acaba yakın mı vakit diye? Hastaneye yaklaştığımızda eşim heyecanlanıp arabanın dörtlülerini yaktı. Hastaneye 20-30 metre kaldı, ne yapıyorsun dedim, gülüştük.

Doğumhaneye girdik, daha önce gezip gördüğüm için, doğumhane içinde gayet rahattım. Öncesinde olacakları defalarca okuduğumdan acaba şimdi ne olacak endişelerim de yoktu. NST ye bağlandık, ardından doktorumuz geldi. Muayenemizi yaptı, rahim açıklığı 4 cm, silinme %80, seni biraz misafir edicez burda dedi. Yatışını yapalım diye de bilgi verdi. Anladım ki doğum vakti geldi. Acaba birazdan başlayacak telaş ne zaman bitecekti. Çünkü okuduklarıma göre bu iş gece ve gündüzleri kapsayacak genişlikte oluyordu. Doğumhaneye sadece NST çekilecek diye girmiştim, eşimle vedalaşma durumum bile olmamıştı, acaba eşime bilgi veriliyor mu diye düşündüm. Hastane çantamızı da yanımıza almadan gelmiştik ve daha bir çok şey ama bütün bunları düşünmek gereksizdi. Doğum kıyafetimizi giydirdiler, doğumhanede yoğun bir ilgi ve takip vardı, sürekli birşeyler yapılıyordu. Kolumuzdan damar yolunu açtılar, lavman yapıldı. Düşündüğümden çok daha az rahatsız edici ve pratikti lavman yapılması, neyse ki sabah aç karna ve birşey içmeden gelmiştik. Ardından suni sancı denilen Oksitosin serumunu taktılar. Bu serum canımı çok yakacaktı. Ortalıkta duran bir gazeteyi alıp sancı odasında kolumda serum beklemeye başladım, gazeteden daha bir kaç haber ancak okumuştum ki suni sancı etkisini göstermeye başladı, üstelik artan bir şekilde. Son haftalarda ya suyum gelirse diye yatakta koruyucu ped, arabada ise plastik bir koruyucu koyuyordum oturduğum yere... Bunlara hiç gerek yokmuş, serum takıldıktan sonra da kesemizin patlatılma işlemi yapıldı. Bu işlemin acı vermediğini bildiğimden gayet rahattım. Rahatlığım ebe hemşirelerin ve doktorumun diline destan oldu. Ama bu rahatlık da bir yere kadarmış. Suni sancının etkisi ile sancılar dayanılmaz hale kavuşunca rahatlık filan kalmıyor. Serum takılırken bir yandan okurum diye yanıma aldığım gazete, artık dişlerimin arasındaydı (!) Sancılar 2 dakikadan bile daha sık ve çok kuvvetli geliyordu. Ağrı kesici olduğunu söyledikleri bir iğne yaptılar. Yemek yemek yasak olduğu için enerjisiz kalmayalım diye bir serum daha taktılar. NST ye bağlı olduğum içinde yerimden kalkamıyordum. Bu esnada ben epidural anestezi istiyorum diye seslendim. Rahatlık var ya, bağıramıyorum, sadece sesleniyorum. Baş hemşire beni telkin etmeye çalışıyordu bak şimdi ağrı kesici yaptık, bunun etkisini görelim ondan sonra yaparız Epidurali dedi. Epidural şimdi yapılsa bile etkisinin başlaması 1 saat sürer, bu iğne ise etkisini yarım saat sonra gösterir dedi. Bu iğne aynı zamanda doğumu çabuklaştıracak dedi. Yapılan iğne ne idi bilmiyorum ama etkisini çabuk gösterdi. Ağrı kesici olarak değil, sancıları artırıp açılmayı bir anda 9 cm e çıkması yönünde idi. Ağrılar gelince nefesle kendimi sakinleştirmeye çalışıyorum ama mümkün olmuyor. Ben ağrılara dayanamayınca lütfen tekrar kontrol edin, kaç cm açıklık diye sordum. İğne yapıldıktan yarım saat sonra ebe kontrol etti ve 9 cm olmuş, doğum masasına alıyoruz dedi, nasıl sevindiğimi anlatamam. Suni sancı serumunu alalı 2 saat olmuştu. Doğum masasına geçtik, doktoruma haber verildi. Ağrı gelince ıkınıp, sancı aralarında dinlenmem gerekiyor ama ağrılar o kadar yoğun ve sürekli ki hangi ara ıkınıp hangi ara duracağımı bilemedim bi ara. Söylenen ıkınma hissini de henüz duymuyordum. En önemlisi de doktorum gelmeden ıkınmak istemiyordum sanırım. Doktorum gelene kadar acemice ıkınmaya başladım. Doktorum odaya girdi ve hadi bakalım ıkınıyoruz dedi, doktorumu çok sevdiğimden, onu da üzmeyerek ıkınmaya başladım, epizyotomi(kesi ) için iğne ile uyuşturma yapıldı, ve kesi atıldı. Ikınmaya başladım ama çok daha iyi yapabileceğimi düşünürdüm. Doktor ve ebeler ise aksini söylüyorlar, iyi ıkınıyorsun diyorlar ama yapamadığımı hissediyorum nedense, ağrılar yeterince ıkınmama engel oluyordu. Bu arada sürekli soruyorum bebeğin başı görünüyor mu diye. Sonra gerçek ıkınma hissini duydum, 2 ya da 3 ıkınma sonrasında da Can çıktı zaten. O anın verdiği mutluluk ve rahatlığı anlatamam, çekilen sancılar bir anda unutuluyor. Sanırım 20-25 dakika sürmüştü bu ıkınma evresi. Bebeğin kordonu kesilirken karşımdaydı, herşeye bilinçli bir şekilde şahit oluyordum. Sonra bebek hemşiresi Can'ı aldı ve yanımda ki masada ilk bakımını yaptı, Can ağlıyordu, daha sonra ilk kontrolleri için hemşire götürmeden önce yanıma getirdi, o an Can gözlerini açmış bana bakıyordu ve ağlaması durdu. Can'ı mutlulukla karışık bir şaşkınlıkla öptüm ve hemşireyle çıkmalarını seyrettim arkalarından... Saate baktığımda 11:30 du. Doğum olur olmaz masadan hemen kalkmak istedim ama plasentanında çıkmasını ve kesilen bölgenin dikilmesini beklemek gerekiyordu. Çok sürmeden plasenta ayrıldı, hiçbir ağrısı yoktu, herşey doğumla birlikte bitiyor gerçekten. Hatta doğum masasına çıkmakla bile bitiyor denilebilir. Kesilen bölgenin dikişini yaparken bile çok hafif birşeyler hissettim ama sancılardan kurtulduğum ve Can'a kavuştuğum için bunların hepsine çok şükrettim ve büyük bir memnuniyetle karşıladım. Dikişlerden sonra bir 10 dakika daha masada bekledim, herhangi bir kanama ihtimaline karşı. Daha sonra bizi odaya çıkartacak bayan geldi. Ben yürüyerek gitmek istiyordum, ayağa kalktığımda kan kaybı yaşamanın halsizliğini hissettim. Halbu ki masadayken gayet iyi hissediyordum, karnım birden boşalmıştı, rahmin hala tam olarak küçülmediğini farkettim, elimi karnıma dokununca hala sert olan rahmi hissedebiliyordum. Ayağa kalkınca içimin bir tuhaf olduğunu hissettim, halsizdim. Kendimi tekerlekli sandalyeye yakıştıramadım ama halsizliğimi görünce kabul ettim. Doğumhane kapısında eşim bekliyordu, Pınar oğlumuz çok tatlı dedi, o an karışık duygularım vardı, ağlayacak gibiydim, kendimi tutuyordum. Asansöre bindik, asansörden indiğimizde babannemiz ve yengemiz bizi bekliyordu. Odamızın kapısını süslüyor, bizi bekliyorlardı. Tekerlekli sandalye ile odama doğru gidiyorduk. O an kendimi tutamadım, ağlamaya başladım. Neden ağladığımı bilmiyorum. Çekilenler sonrası bir kurtuluş hüznü müydü yoksa şükür gözyaşları mı bilemiyorum...
Anne olmak çok farklı bir duyguymuş, üzerinden günler geçtikçe daha iyi anlıyorum. Özünden vermek bir kere, gecenden gündüzünden, uykundan, hayatından... Kısacası herşeyi onun uğruna verebilmek, o yıkanırken titreyen çenesi ile titremek, o ağladıkça ağlamak, bunları yazarken bile gözlerimin dolmasıymış...

20 Eylül 2007

BİZ GELDİK...

Hey millet ben geldim... Adım Can, dün sabah annnemin karnında gelip kucağında çıktım hastaneden... Annemi babamı da epey şaşırttım, beklemiyorlardı beni böyle ansızın... Doktorumuz bize bir süpriz hazırladı, seni biraz misafir edelim dedi anneme, 2 saatlik bir misafirlikten sonra çıktık doğumhaneden... Annem doğum hikayesini ayrıca anlatacakmış size... Hastanede blog arkadaşları hiç yanlız bırakmamış annemi, çok sevindi, mutlu mutlu emzirdi beni. Sonra bir de kocaman sepet geldi, Sevgili Ayşem, Müge ve Selen'den... Annem gene mutlu mutlu emzirdi beni... O mutlu olunca ben de mutlu oldum.
Bu arada 3560 gr, 55 cm doğdum, Selen Abla beni daha kısa yazmış haber verirken, uzun boylu olacağım ben, anneme benzetiyorlar beni. Sizlerle tanışmak için sabırsızlanıyorum.
Şimdilik hoşçakalın, ben annemi biraz meşgul edeyim, karnım acıktı, mızırdanayım biraz... Bu arada Maşallah'ları unutmayalım der annem. Ne kadar çirkin olsam da (!)

19 Eylül 2007

DOĞUMGÜNÜ

Bu sabah doktor kontrolümüz var, birazdan çıkacağız. Önce NST'ye bağlanıp Can'ın kalp atışlarına ve benim sancı durumuma bakılacak, sonra da doktorumuza görünücez. Bu sabahtan beri rahatsız edici sancılarım var, şimdiye kadar olanlara benzemiyor hiç, doktor belki de beni geri göndermeyebilir. O yüzden son bir yazı yazayım istedim. (!)


Geçen pazar eşimin doğumgünü idi. Ben sadece güllaç, dolma yapabildim ama eltim sayesinde öncekilerden eksiği olmayan bir doğumgünü oldu, üstelik süpriz de oldu. Ben hazırlıkları yaparken süprizi olmuyordu, akşamı sessiz sakin geçiricez beklerken, birden misafirler gelmeye başlayınca eşime güzel bir süpriz oldu. Siz resimlere bakadurun biz bir gidip gelelim Can ile...





16 Eylül 2007

SULTANAHMET'DEN KARELER...

Demiştim, Ramazan'ı Sultanahmet'e gitmeden geçirmek olmaz diye...
Çok şükür sağlığımız ve Can'ımız izin verdi, bu sene de gitmek nasip oldu Sultanahmet'e...
Akşam güneş batmadan ve iftardan sonra çektiğim kareler...
Henüz güneş batmadan önce Sultanahmet Cami ve fıskıyeli havuzu...
Cami'nin önünde rengarenk balonlar... Çocuk olmak varmış... Arkada ki beyaz köpek pek bir uykulu gözüküyor, kapatın şu ışıkları da uyuyalım biraz der gibi...

İftar sonrası bir cami minaresi, kandiller yanmış.

Birazda Sultanahmet'deki standları gezelim.
Osmanlı şekeri pek meşhur Sultanahmet'de, bütün yerli ve yabancı turistlerin elinde... Denemiş ve pek bir fark görememiştik. Ancak Osmanlı döneminde şimdi ki gibi envai çeşit pasta şekerleme olmadığı için bu şekerler pek bir değerlidir çocukların gözünde heralde... O zamanın çocukları bizim büyük büyük dedelerimiz oluyor.


Önünden uzun süre ayrılamadığımız stand, Hatay tatlılarının olduğu stand idi. Hatay'ın künefesi çektikçe uzuyor, ama ben içinde daha farklı bir peynir beklerken aradığım gibi bir tat ile karşılaşmadım. Daha önce yediğimiz künefelerden farkı yoktu.
Hatay'ın meşhur ceviz tatlısı ile kabak tatlısı... Bu stand çok iyi iş yapıyordu... Farklı tatları denemek için kuyruk da beklemeye razı birçok kişi... Ceviz tatlısı, sanırım olmamış cevizden yapılıyor, aromalı bir tadı vardı...

Kabak tatlısının dışı çıtırken, içinde bal akıyordu sanki. Kireç suyuna yatırılarak yapılıyormuş. Bir nevi reçel aslında. Münevver Hanım'ın sayfasında bu tür reçellerin tarifini bulabilirsiniz.

Vefa bozacısında mola vermeden olmaz.
Bu da benim memleketimin ünlü döneri; Kayısı döner...
Kestaneci, kilim dokur gibi sıralamış kestaneleri...
Bu kadar yemeğin üstüne bol köpüklü bir Türk Kahvesi içmeden olmaz.

Sultanahmet'de dolaşırken gözlerimiz hep çocuklu ailelerdeydi, özellikle de çocuk arabalarında... Aynı günün öğleden sonrasında çocuk arabası ve ana kucağı-oto koltuğu takımımızı almıştık. Tüm bunlar algıda seçicilik...

Seneye aramızda Can'da olacak şekilde Sultanahmet'e gitmek kısmet olur inşallah...

15 Eylül 2007

SEVERİM...

Severim oyununa önce oyunun mucidi Sevgili Gazoz Ağacı davet etmişti, sonradan Sevgili Müge ve Yasemin'in daveti ile üçlenince oyuna katılmak şart oldu. Düşündüm ben neleri severim diyerek ve aklıma ilk gelen üçünü yazmaya karar verdim.

1) Severim yağmur ya da kar yağarken pencereden seyretmeyi, yağmur sesini kendime ninni yapıp uyumayı geceleri, gök gürültüsünü, çakan şimşekleri de severim.
Çiselerken yağmur, pencereyi açıp daha yakından dinlemeyi, dinlerken bir yandan kitap okumayı, bir işle meşgul olmayı severim geniş bir huzurla...
Karın çatıları, ağaçları, yolları örtüşünü ve tüm bunları bir pencereden seyreylemeyi...

2) Severim, elektrikler kesildiğinde, mum ışığına muhtaç kalmayı...
Mum ışığında kitap okumayı, vakit geçirmeyi... Mum bitmeye yakın, mumu pencerenin dışına koyup, rüzgarda nasıl da sönecek gibi olup da sönmediğini görmeyi...
3) Severim, bir Ramazan orucunda dost sofraları misafir etmeyi, onlara misafir olmayı, özenle hazırlanan sofranın etrafında oturup Ezan sesine odaklanmayı, oruç açma telaşını, son dakikaları ve ilk dakikaları, herkesin tabağına çorbayı ve yemeği dağıtmayı... "Haydi buyrun" demeyi...
Ben de Punto Amca'yı, Sanem'i ve Berceste'yi sobeliyorum.

14 Eylül 2007

EMİNÖNÜ'NE GİDİYORUZ...

Baktık 10 gün kalmış, 9 ay 10 günün tamamlanmasına... Belki oğlum 10 gün erken gelecek belki de 10 gün daha geç...

Evde oturmak çözüm değil, yoksa hiç sancı duyacağımız yok bu gidişle, ancak yürüyüş yaptığım vakitler birşeyler hissediyorum. Bu sebeple evde oturmaya değil, her gün yürümeye karar verdik.

Bugün Eminönü'ne gidiyoruz, babannemiz ve yengemizle... Ramazan ayını Eminönü'ne gitmeden geçirmek olmaz, oğlumuz izin verirse bir iftarımızı yapmaya da Sultanahmet'e gideriz belki... Telaş yok, biz niyetli değiliz, bizim ki sadece niyetli babamıza eşlik etmek...

Bu fotoğraf 1 ay kadar önce Eminönü'nde ayna satan bir dükkanın önünde babamız tarafından çekildi. İşte bizim ailemiz...
Resimde Can bile gözükmekte...

Bunlarda o vakit yıkanıp ütülenmeyi bekleyen kıyafetlerimiz... Bundan sonra annesi yine dayanamadı, mothercare mağazalarını keşfetti son bir ay. Cici teyzeleri de getirdi bir sürü yeni cici, artık her gün başka bir kıyafet giyicez ilk 3 ay...
Eminönü'nden bir isteği olan var mı? Biz bol bol hurma alıcaz sanırım. Babamız çok seviyor.

13 Eylül 2007

CAN'IN ELİ KULAĞINDA

Bu sabah doktor kontrolümüz vardı. Doktoru da beni de şaşırtan şey 3 cm rahim açıklığımızın olması idi. Bu iyiye işaret, Can her an gelebilir.

Doktor hemen NST istedi, sonuç iyiydi. Çok hafif sancılarımız var, suyumuz bol, Can'ın kalp atışları normal. Oğlumun yeri geniş, rahat tabi, atsın tekmeyi, yumrukları. Anne geceleri uyuyamıyormuş kimin umrunda... Zaman zaman zor da olsa hamilelik dönemini yakında noktalıyoruz. Oğlumu, dış dünyada içerde olduğu kadar rahat ettirebilecek miyim acaba? Her gittiğim yere benimle geliyordu, karnı acıktı, gazı var, altı pislendi derdi de yoktu. Yakında bu dertler başlayacak. Epidural anestezi ile normal doğum istiyoruz. Oğlum epidurali yaptırmaya yetecek kadar zaman tanırsa bize tabi...

Size bu hafta neler yaptığımızı ve daha başka neler yapacağımızı anlatacaktım, bugün doktordan çıkan haberlerle neler yaptığımızı anlatabilirim ama neler yapacağımız konusunda birşey yazmak güç olacak. Fazla hareketli olmak, bu rahim açıklığına sebep olmuş olabilir. Pazartesi gün ki kontrolümüze kadar sakin sakin yerimizde otursak hiç fena olmaz, ama daha alışverişimiz bitmedi ki... Ana kucağı-oto koltuğu alınacak, hastane odamız için kapı süsü alınacak, elektrikli süt pompamız sipariş edilecek, biberonumuz da yok. Bol bol kıyafetimiz, bezimiz var. Yıkandı, ütülendi. Hastane çantamızın da eksikleri var. Yarın ve cumartesi bu ihtiyaçlarımızı gidermeye bakalım biz... Babannemiz de geliyor ne de olsa bu akşam, artık daha rahat dışarıya çıkabiliriz.


Bu hafta neler yaptık oğlumla...
-Ev temizliğine giriştik, caddeye bakan camlarımızı sildik, bütün gün evde oturunca hemen rahatsız ediyor yağmurun getirdiği kirlilik, çok yukarılara uzanmadan, dışarıya sarkmadan, uzun kolların verdiği imkanla temizledik, artık daha net görüyoruz karşımızda ki ağaçları...

Banyomuzu fırçalamaya giriştik, evde durunca herşey gözüne çarpıyor insanın. Ovma kremi ve teli ile fayans aralarını ovduk tek tek...


Sonra evde turşu yapımına giriştik, pazar günü halk pazarından aldığımız salatalık ve acurları gözümüze kestirdik, evde bekleyen havuç ve biberleri de ekledik, böylece üç kavanoz turşumuz bekliyor bizi. Şimdiden suları güzel bir hale kavuştu. Turşu'nun sarıya çalanı makbuldur diyorum ben. Tarifini verelim.
Karışık Turşu Yapılışı:
3 litrelik kavanozun salamurası için 1,5 litre su, 3 yemek kaşığı iri tuz ve yarım su bardağı sirke gerekiyor. Sirke olarak elma sirkesini kullandım. Yaklaşık 1,5 kiloluk turşuluk malzemeyi(acur, havuç, salatalık, yeşil domates) yıkayıp yorgan iğnesi gibi iri bir iğne ile delip kavanoza iyice yerleştirin. Havuç kullanıyorsanız dış kabuğunu soyun. 4-5 diş soyulmuş sarmısağı da atın içine. Hazırladığınız salamurayı üzerine döküp, çeyrek demet maydonozu da yıkayıp en üste koyun. Bütün malzemeler salamuranın içinde olmalıdır. Turşuluk malzemenin yukarıya çıkmaması için bir kapak yada temiz bir taş kullanabilirsiniz. Ben cam bir kapak kullandım. 15 gün sonra turşunuz hazır.

Canımız çekti, bu akşam ki iftar için biber kurularından dolma hazırladık dün akşamdan. Niyetli değiliz ama babamıza eşlik ettik bu gece ki sahurda, yatmadan pide hamurunu mayaladık, baktık uyuyamıyoruz, kalktık, hamur mayalanırken kitap okuduk. Camı açtık, derin derin nefes aldık, havanın epey serinlemiş olduğunu gördük, üşüdük, sonbahar gelmişti artık...
Hamurumuz mayalandı, pidemizi hazırladık, fırına verdik, hemen kokusu yükselmeye başladı, 10-15 dakika kadar sürüyor pişmesi, bu sırada masayı hazırladık, Can ile gidip babamızı uyandırdık... Pidenin kokusu heryeri sarmıştı.

Haftaiçi gezip görmeyi de ihmal etmedik. Bizim eve çok yakın açılan, Bilgi Üniversitesinin yeni Santalİstanbul kampüsüne gittik Can'la. Oturduk çimler üstünde ki minderlere... Kitabımızı okuduk, kendimizi huzurlu ve güvenli bir ortamda bulmanın rahatlığı ile iyice gömüldük minderlere... Öğrencilik yıllarımı düşündüm. Üzerinden seneler geçmişti bile çabucak, şimdi de anne olacaktık. Oturmaktan canımız sıkılınca kalktık, Taksim'e gittik. Gezi parkında oturduk en başta, çocukları, ebeveynleri seyrettik, yeni açılan sergileri gezdik, Toplam 4 sergi vardı. Bu sene 10. su düzenlenen İstanbul Biennal Etkinliği için Taksim'de ki şubelerine uğrayıp bilgi aldık. İKSV'de elimize bir sürü şey tutuşturdular, ilgilerinden memnun ayrıldık. İstanbul Belediyesi'nin Tünel'e doğru olan kitabevine girip dolaştık. İstanbul ile ilgili aklınıza gelebilecek her türlü kitap burada var. Roman, tarih, harita, masal, magnet, biblo... Bir de Seyyar kitap alıp çıktık. Kitabımızı okuduktan sonra başkalarının da okuması için İstanbul'un bir köşesine bırakıcaz. Kitabın adı "İstanbul'da Görgülü Yaşamak"...
Tünelde arkadaşımızla buluşup yemek yedik, eve döndük. Saate baktık, 20.00 civarı idi. Ertesi gün evden çıkmadık. Uyuduk, okuduk, yazdık, dinlendik...

11 Eylül 2007

Limonlu Cheesecake, Kısır ve Biga Ekmek

Can'ın partisi için tatlı olarak Limonlu cheesecake, tuzlu olarak da kısır yapmaya karar vermiştim. Buna sonradan Sevgili Binnur'un tarifi olan Biga Ekmek eklendi.
Cheesecake bir gün önce yapılıpta buzdolabında beklerse daha makbul olacağı için öyle yaptım ve bu sayede rahat rahat fotoğraf çekme şansım da oldu. Farklı ışık seçenekleri altında çalışıp arada ki farkları gördüm.
Fotoğraf çekme aşamasına geçmeden aksilikler yaşadım ama yılmadım. En başta cheesecake çatladı. Ortasından fay hattı geçmiş bir cheesecake i fotoğraflamak hiç kolay olmadı, buzdolabından hemen çıkarınca bir dilim kesmek epey zor oldu. Beklemek gerekiyormuş, akşam üzeri tekrar denediğimde istediğim dilimi çıkarmayı başardım.
Böğürtlen sosunu dilim üzerine ekledim. Limonlu cheesecake için çikolata sosu değil yine limon gibi ekşimsi soslar kullanmak gerekiyor bence. Tatlı-ekşi tadları sevenler için katmerleşen bir lezzet veriyor.
Kısırı ise taze taze yapıp, masada fotoğraflamaya çalıştım. Gözden kaçırdığım nokta, kaşık üzerinde yansıyan görüntüm oldu. Kaşığın durduğu yere hiç dikkat etmediğim de ortada... Kaşığı mı yoksa kısırı mı çektiğim pek anlaşılmıyor. Her fotoğrafı çekmeden önce bir kez daha düşünmek ve ardından çektiğiniz fotoğrafa dönüp bir bakmak gerekiyor. O ana tekrar dönüş şansı olmayabiliyor bu gibi durumlar için. Boşalan tabağı tekrar dolduracak fazladan kısırınız olmayabilir benim olmadığı gibi...
Biga ekmeğinden kalan dilimlerimiz... Sevgili Binnur'un orjinal tarifinde Biga ekmeği, ekmek makinesi ile yapılırken ben elde yoğurup normal fırında yapmayı denedim. Bunun için gerekli tüyoları da Binnur yazmıştı sağolsun. Ama hamur fazla koyu olunca yumuşak dokusu biraz gevreğe dönen Biga ekmeklerim oldu. Bu ekmeği tekrar yapışta sıvı miktarını artırıp, un ve irmik miktarını azaltmam ve daha cıvık bir hamur elde etmem gerekiyor sanırım.Bir sonra ki yazımız da, Can ile haftabaşından itibaren neler yaptığımızı anlatıcaz sizlere...

9 Eylül 2007

HOŞGELESİN CAN PARTİSİ (BABY SHOWER)

Bu cumartesi Can'da ben de çok mutluyduk. Evimizi şenlendiren dostlarımız vardı. Sevgili Müge'nin aylar önce yapalım dediği olay gerçek oldu. Can doğmadan evvel biraraya geldik ve benim için bitmek bilmez bir moral deposu oldu bu. Herşeyi düşündüler, Selen'imiz davetiyemizi hazırladı. Daha karşılaşacağımız çok süpriz vardı Can ile birlikte... Ah Ayşem ben sana ne diyeyim bilmiyorum ki... Eli kolu dolu dolu gelip bizi neşeye boğdun. Önce bu harika pasta... İtiraf ediyorum ben ilk defa şeker hamurlu bir pastayı yedim. Bu pasta Sevgili Işıl, Tütü ve Ayşem'in el hüneri ve görsel zevkinin ürünüydü...
Hoşgelesin Can Partisinin konukları için de birer anı hazırlamayı ihmal etmemişlerdi Ayşem, Işıl ve Tütü. Bu bebekleri görünce çocuklar gibi sevindik. Pişirilmesi, süslenmesi ve kutu tasarımı, yani herşeyiyle onlara aitti... Şimdiye kadar sadece ekranda resimlerden gördüğüm güzel kurabiyeler ve pastalardan bir tanesi karşımda gerçek olarak duruyorlardı, anlatamayacağım bir şekilde çok sevindim işte. Akşam pastayı ve kurabiye kutularını eşime gösterdim, gururlandım garip bir şekilde... Bak bunları benim arkadaşlarım yapmış, pastaneden değiller... Ve bunlar bunlarda benim diğer arkadaşlarımdan, söyle ömrünce gördün mü, yedin mi bu kadar güzel özel şeyler... Cevabı hayırdı...
Bu sofrayı görüp "Nasıl hazırladın Pınar bunları?" diye bir hataya düşebilirsiniz. Ben değil, sevgili dostların hazırlığıydı. Bu güzel sofrada bana ait olanlar; ortasından fay hattı geçmiş olan(çatlamış) bir cheesecake, tarifi ekmek makinesi ile olan ancak elde yoğurup normal fırında yapmaya çalışınca yumuşak olması gerekirken gevrek olan ekmek(Biga ekmek) ve yine son dakika kızların yardımıyla yapılan kısırdı... Ama yine de fotoğraflamayı ihmal etmedim, benim yaptıklarım ayrı bir yazıda...
Sofrayı lezzete ve görsel bir şölene boğanlar;
Sevgili Ayşem, Tütü ve Işıl dev pastamız ve kurabiye kutularımız ile...
Müge; Nefis patlıcan salatasını beni kırmayıp yaptı, sağolsun. Maalesef kalmadı. Ben yine patlıcan salatası diye sayıklamaya devam edeceğim.Münevver Hanım her seferinde bizi şaşırtmaya devam ediyor.
Bu kurabiyeler ve baton saleler ancak çok çok özel pastane ya da cafelerde yiyebileceğiniz türden. Bu kurabiyeler bana hep Münevver Hanım'ı ve oğlu Can'ı hatırlatacak. 3-4 yaşındayken oğlu Can'ın, Münevver Hanım'a gidip "Anne bana birşey yap diye" anlatmaya çalıştığı ama bir türlü anlatamadığı, en sonunda resimle anlatmaya çalıştığı, başardığı ve kavuştuğu kurabiyeler bunlar... Can şimdi 24 yaşında, annesinin etkisi ile damak zevki mükemmel gelişmiş biri. Bakalım benim oğlum Can neler isteyecek benden ve damak zevki nasıl gelişecek ...
Selen;Mis gibi damla sakızlı rulolarından kalan son dilim, eşim'in favorisi...
Kayınvalidesinin yaptığı lezzeti ve tazeliği üstünde patatesli açma-börekler...

Yasemin; Oğlumuz için araba şeklinde mis tarçın kokulu çikolatalı keki... Keklerle aramın pek iyi olmadığını düşünürdüm, ama bu kekin görüntü ve kokusuna vuruldum. "Kapıldım gidiyorum" nakaratı eşliğinde mutfağa gidip gelip yemeye devam ediyorum.
Ne kadar teşekkür etsek az onlara.
Çok uzaklardan gelen bir misafirimiz daha vardı. İstanbul'da ki koşturmacası arasında bizi unutmayıp geldiği için ve cici kıyafetlerimiz için ona da çok teşekkür ediyoruz Can ile. Ve gittiler...
Arkalarında bu güzel günü hatırladıkça hep mutlu olup gülümseyecek beni ve Can'ı bırakarak... Oğlum belki hatırlamayacak ama annesi bu güzel günü fotoğrafları ile anlatacak ona da ve o da bilecek bu günün annesinde bıraktığı mutluluğu...